Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Bir düşe kelimelerle çare bulmak beyhude bir çabadır. Yaşayan bir organizmanın parçası olup, onu dönüştüren bir hücre, isyancı bir tutum için denilebilecek beyhude cümleler toplamıdır bu yazı; kelimelerin tarafımdan bir araya getirilip bu kıyıların gölgesinde kanatılmasıdır. Gördüklerimi anlaşılmaz bir kıvama getirmeyi beceremedim, korsan gösteri kıvamında olsun istedim. Bahsettiğim tavrın asıl kahramanı boy göstermeli o zaman.
“Gözlerimden çıkıyorsun
Sokağa
Mavi mavi.”
Seyir tutumu Gaye’nin resimlerine bakıldığında süreklilik arz eder. En durgun denizi burasıdır dediğiniz yerde, bir dip dalgası yaratır. Yükünü almış bir geminin tehlikelerinden biridir bu, dip dalgalarına tutulmak. Resimlerindeki giz işte o yüzden bu kadar uyuyor yük gemilerine. Bu duruma yüklediği anlam aslında muhteşem bir buluş eğil müthiş bir teşhisidir. Bir kadının rahmini andıran o çelik yığın, binlerce yıl aynı geometrik şekli muhafaza etti. Bilinir ki gemilerin cinsiyeti dişidir. Bir saklama alanı bir taşıyıcı ve koruyucudur. Bu nedenle gemilere erkek isimlerinin verilmemesi yüzyıllarca süren bir gelenek halini almıştır. Kadın ayağının gemilere basması korsan yasasında yasaklanmış ve bunun “uğursuzluk” sayıldığı kulaktan kulağa yayılmıştır.
Gaye’nin görü olarak sunduğu gemi, bir limandan yükünü almış, “boşalacağı” başka bir denize doğru gidendir. Bu gidişleri dönüşleri içindir ama. “ insan dönebildiği yerindi” der. Renkleri böyledir. Herkesin bir Amerika’sı vardır. Onunki asker kaputu giymiş, denizini çölleştirmiş bir Amerika. Öylesine bir çölleşme ki özgürlüğü esaretin boyunduruğuna bağlanmış bir siluettir. Bir iç deniz bombardımanı gibidir. Döner döner kendini vurur. Bir ritim duyulur Gaye ile Arthur Rımbaud’un ortak sesi ile. Bir şarkısı vardır ikisinin bir pencere gibi uzak bir yeşilliğe açılır ama ikisinin öznesi mavidir. İkisinin baktığı o küçük yuvarlak, göğüs uçlarına benzeyen pencerelerin adı Lombaz’dır. Bu madalyon güneşe tutulduğunda. Rımbaud‘un ki dışa dönüktür. Gaye’nin ki içe, denizi yeterince emzirdikten sonra suya inecektir gölgesi. Tınısına kulak vermeli…
“Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini.
Ben sizinle sarmaşdolaş olmuşum dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem”
Kucağına bir adayı almış taşıyan gemi artık büyümüş bir anne sayılır komşu kıyıda. Bütün rengi ile taşır yükünü, artçı şoklarının duyulmadığı geceleri olur. Böyle deprem geceleri bana Turgut Uyarın bir şiire girişini anımsatır. O
“Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.”
Yıkıntılar arasında karaya oturmuş bir dudaktır o çelik yığını. Tuzundan ve mavisinden sürgün düşmüş. Gökdelenleri büyürken o olabildiğince kendine kalmış İlker bir “yüzer”dir. O kıyı , o kent, o liman ne kadar uzaklaşırsa sunun yüzeyi o kadar ilkelleşiyor renkler arasında. Bazen tanrılaşıyor iki farklı kıyıyı, iki savaşı,iki ülkeyi bölüyor su, bir ağır yük kalıyor ortaya, bu tozu dumanı götürende getirende Gayenin ışık yüklü gemileridir. Gidilmesi gerek bir rota değil, değişilmesi gereken bir kabuktur aslında bu tutum. Kendisi yeşilken toprağı boz ve çöl suyu girifttir. Burnu havada bir kadın gibidir ve onu sarsacak bir koy arar, gerçeği biri demirlemelidir onun pas tutmuş yalnızlığına. Gidenleri ve gelenleri olmuştur elbet. Onunda bir kıyısı vardır kendine has, başka suların serüvenin süren ama lanetini giderken yanına almalıdır. Süreyya Berfe son öğüdünü vermelidir ona.
Hepsi O KadarGidilir gelinir.
Belki sağsalim dönülür, hepsi o kadar.
Günler geceler çabuk geçer.
Çabuk geçmez şaşkın bir çocuğun hüznü
Vapurlar, arabalar, karlar çabuk geçer.
Ayrılık da özlem de herşey…
Herşey çabuk geçer
Ve birden gün ağarır.
Hepsi o kadar.
Gidilir herhalde gelinir.
Bütün gün denize bakmak kadar.
Belki ayvalar çürür.
Birşeyler kurur, atılır.
Nedir ki uzakta olmak
Ardahan’da boş duran bir ev
Hiçbir zaman suyu olmayacak bir kuyu
Unutulur, kalır. Hepsi o kadar.
O kadar anlayabilmek
O kadar acemi
O kadar toy
O kadar ilk
O kadar yeni
Ey uğursuz yolculuklar
Ey yıldızsız samanyolu
Bir daha hiç olmayacaksınız.
Çünkü yarım ve yaralı kalan
Bir akşam, yemin etmiyorum ama
En az günlerce, günlerce kanar.
Gidilir, gelinse de gidildiği gibi değildir.
Hepsi o kadar.
Toplamı ne eder bir ömrün onu tam kestirmiş değilim. Ölümsüz olmanın, ozanlığın başka bir türüdür resim ve Gaye bunu kelimelere yeni kıyafetler dikecek kadar iyi yapması, insanın yeni serüvenine itici bir güçtür. Yeni ve başka kıyılar bulmaya yönlendirir bizi ve aslında ne kadar “kıyısız” olduğumuzu gösterir. Bu okuduğunuzun beyhude bir caba olduğunun farkında olduğumu söylemiştim başında ve ressamlardan yada tekniklerden gitmek yerine şairlerden şiirlerden bir yol seçmeyi istedim. Bizi kanatlarının altında yeni bir dünya ile buluşturan gayenin yaptığından esinlendim bunu yaparken. Bir iç sanrısına söyle not düşmüş.
“tekerleme söyleyen ağzımda
ıslak gemi
gerçeği ters düşüren ışıkta”
Gerçeğin yeni anlamlar bulduğu kıyı, Gaye Ateş’in kıyısıdır. Bu sefer durmadan giden bir yol, bir rota gibi sürer. Yeni anlamlar ve görüler katar ve sizden bir şeyler çalar. Tıpkı deniz gibidir. Derler ya “ deniz verdiğini alır, aldığını verir.” Gaye ile ulaştığımız kıyılarda böyledir. Korsan bir sesle bitirmeli, mizacına uygun düşsün rotası.
“sürekli bir şeyler geçer
dünyalar
kentler
sokaklar
bir çocuk atar derin beyazlığıma
siyah balıkları
içime bakarım
içim derin kuyu
bilgeliğini yitirmiş üzünç anıtı
içim ölmüş çiçek ağzı”
Gemisiz kaptanın seyir defteri. Tıpkı sizin gibi.
05:33 İstanbul. pruvanız neta rüzgarınız kolayına olsun….
Kubilay YILDIZ